Kapatmak için ESC tuşuna basın

Süleyman

Yıllar yılı kâh hüzünlü kâh sevinçli kâh ayakları geri tepe tepe gide gele aşındırdığı bu yolda yürümek, ona ilk kez bu kadar acı geliyordu. O sabaha altı buçuk sularında ilk annesi olmak üzere evdeki herkes uyanmıştı. Onu uyandırmamaya özen göstererek, buruk bir telaşla tüm hazırlıkları yapmış, nihayet en sevecen tavırlarla gelip onu uyandırmışlardı. Oysa tüm gece neredeyse hiç uyuyamamıştı Süleyman. Yastığa başını koyduğu o ilk saatler tam bir ıstırapken gece yarısına doğru az biraz uyuyabilmiş, sabaha yakın saatlerde içgüdüsel bir korkuyla kendiliğinden uyanmıştı.

Kalkıp yüzünü yıkadı, formasını giyindi. Ceketi, gömleği, kravatı, pantolunu… çorabına varana kadar her şey yepyeni, tertemizdi. Görüp görebileceği en güzel forma buydu.

Kahvaltıya otururken ablasının takılmalarına, annesinin müşfikliğine, babasının nostaljik sayıklamalarına tebessüm dahi etmedi. Olabildiğince fazla yemiş görünmeye çalışarak birkaç lokma bir şey yedi.

Üstü başı, kalemi, silgisi, defteri, kitabı, beslenmesi, harçlığı ve gerekli tüm teçhizatı dikkatle kontrol edildi; dualarla, iyi dileklerle ve aşırı güler yüzlerle okula yolcu edildi.

Henüz yeni yeni sökün etmeye başlamıştı öğrenciler. Giriş ziline yakın saatlerde akan o muazzam kalabalığa rast gelmediği iyiydi. Aslında çok severdi o muazzam kalabalığın, okulla ev arasındaki mesafeyi kısaltan o akışın bir parçası olmayı, çakıl taşlarıyla top oynamayı, dünkü maçın kritiğini yapmayı, kavgalar ve sevdalar başta olmak üzere okula dair havadisin bir yanında bulunmayı… Aslında liseli olmayı da özlerdi. Liseli olmak, o ütopik liseli hayatını yaşamak, çantadan kurtulup okula tek bir defterle gitmek, tıraş olmak, kravatı salkım saçak takmak, gömleği pantolonun dışında bırakmak, okuldan kaçmak, bir kızla çıkmak…

Sekizinci sınıfı karnesinde iki zayıfla, ortaokulu ortalama denilebilecek bir diploma notuyla bitirip kavuştuğu o tatil günlerinden birinde, sesinin çatallanmaya, bıyıklarının terlemeye başladığı günlerdi bunlar, babası yarın erken kalkmasını ve iş kıyafetleri hazırlamasını söylemişti. Evde son birkaç gündür devam eden, ara ara kulak misafiri olduğu o tartışmaların nihayet sona erdiğini, hakkında verilen hükmün infaz edilmeye başlanacağını anlamıştı. Hükmün bu şekilde çıkmasında en büyük amilin çok pahalı son model arabasının camının, tamponunun veya dikiz aynasının cılız bir çocuğun plastik bir topla çekeceği şutla paramparça olacağından fena hâlde korkan, her fırsatta onları anne babalarına şikâyet ederek arka bahçede maç keyiflerini onlara zehreden Alim Bey’in o günkü şikâyeti olduğunu adı gibi biliyordu. Çünkü o muhteşem golü attığı zaman top, Alim Bey’in arabasının tamponuna çarpmış, incecik bir toz tabakasından oluşan küçük, yuvarlak bir leke bırakmıştı. Balkonda onarı seyretmekte olan Alim Bey hemen hararetle söylenmeye başlamış, tehditler savurmuş, gol sevincini Süleyman’ın kursağında bırakmıştı. Gerçi bu elim hadise hiç yaşanmamış olsa bile babasının onu liseye göndermeyip sanayiye vermeyi kafasına koyduğu, Gülbahar Hanım’ın, annesi olacak o garibanın, buna çok fazla direnemeyeceği gün gibi aşikârdı. Refik Bey, en küçük ve en hayta evladı olan Süleyman’da okuyacak göz olmadığını, onun aklının fikrinin serserilikte olduğunu, bu gidişle bir baltaya sap olamayacağını, hiç değilse bir zanaat öğrenip koluna altın bilezik takmazsa hâlinin harap olduğunu hararetle savunuyordu.

Sabah belediyenin o muazzam cüsseli ve gürültü ve simsiyah dumanlar saçan körüklü otobüsüne bindiğinde kalabalığı güç bela yararak körüğün gerisine, daha az kalabalık ama daha çok sarsıntılı kısmına geçmiş, tutamak demirinden sıkıca tutmuş, alnını cama dayamış, tüm sarsıntıya rağmen birkaç dakika sonra kepaze bir uykuya dalmıştı. Babasının kadim dostu İsmail, adını ünlediğinde uyandı. İneceklerdi. Birlikte caddenin karşısına geçtiler. İsmail yol boyunca nasihat etti, gözünü açıp işi güzelce bellerse hayatını kurtarırdı. Bir de dikkat etmeliydi, kaynak yapılırken ışığa bakmamalı, testereyle iş yaparken uyanık olmalıydı.

Nihayet küçük bir dükkâna varmışlardı. Biri kocaman kel kafalı diğeri kavanoz dibi gibi kalın mercekli gözlüklü iki adam çay ve simitle kahvaltı ediyordu. Müstakbel ustalarıydı bunlar. Çok fazla kelam edilmedi, İsmail tarafları tanıştırıp, hayırlı olsun deyip çekip gitti. Birkaç dükkân yanda çalışıyordu o da.

İlk gün, ustaların onu tanımak için sordukları birkaç soruya yanıt vermek, neyi nasıl yapacağına dair verilen birkaç bilgi, bolca profil kesme ve kaynak yapma, çekiç vurma ile geçti. Yaptıkları tüm işlerde görevi bir şeyi sabit tutmak, bir yöne doğru bastırmak ya da çekmek gibi şeylerdi.

Eve vardığında ilk işi banyoya koşmak oldu. Kendini temiz hissetmiyordu. Aynaya baktığında boynunda ve ensesinde kara lekeler olduğunu görünce utandı. Demek otobüse böyle binmişti, demek el, yüz ve kolları yıkamak yetmiyordu; boynu, enseyi hatta komple kelleyi yıkamak gerekiyordu. Burnunu temizlerken bir sürü demir tozu çıktığını görünce çok şaşırdı. Demek ki mesai bitiminde burnu da iyice bir temizlemeliydi.

Yemekte ve sonrasında ilk iş gününe dair sorulan soruları cevapladı, birkaç şeyi kendiliğinden isteksizce anlattı. İlerleyen saatlerde gözlerinde hafif bir yanma ve sulanma baş gösterdi ve giderek şiddetlendi. Annesinin yuvarlak doğranmış patatesleri bir yaşmakla gözlerinin üzerine bağlaması bir süre sonra acısını azalttı. Böylece uyuyabildi. Sabah bugün de gitmeyiver, denmesini gözleri hatırına bekledi. Nafileydi.

İkinci, üçüncü, dördüncü ve beşinci günler de ilk günden çok farklı olmadı. Gözünü kaynağa aldırmamada kısa sürede büyük başarı göstermesi dikkate şayandı. Altıncı günde haftalığı olan 30 lirayı almak onu çok mutlu etti. Hemen üç paket sigara aldı 15 liraya, akşam, hafta boyunca otlandığı arkadaşlarına cömertçe ikram edecekti, 10 liraya bilet yükletip kalan beş lirayı cüzdanına attı. Kendisiyle gurur duyuyordu.

Günden güne işini benimsemeye başladı. Yavaş yavaş kendini de geliştiriyordu, güneşin altında kalmış kara profilleri eldivensiz taşımamayı, saplarını suda şişirerek çekiçleri sağlamlaştırmayı, lamadaki yamukluğu nasıl görüp nasıl düzelteceğini öğrenmişti. Bir gün ustası kaynak yapmayı denetti. Kaynak gözlüğünden bakınca elektrotun demirde gerçekleştirdiği o muazzam olaya şahit oldu, demir turuncu bir renge bürünüp kaynamaya, tıpkı lav gibi hareket etmeye başlamıştı. Ustasının uyarmasıyla işleme son verdi. Çıplak gözle bakınca profilde kocaman bir delik açtığını gördü. Bu ilk ve son kaynak denemesiydi.

Günlerden bir gün iki mühim hadise yaşadı. İlki tuvalete gitmek için izin isteyip sigara tellendirirken yakalanmasıydı. Her ne kadar işi benimsemeye başlıyorduysa da sigarayı günden güne arttırıyordu. Hemen birkaç yandaki dükkânda İsmail Amca’sı çalıştığı için ve ustaları onun arkadaşları olduğu için sigarasını gizli gizli içerdi. Son zamanlarda tuvalet için izni istemeleri arttığından olsa gerek ustalardan biri şüphelenip onu takip etmişti. Nihayet suçüstü yapıp kulağına asılmış, gelene geçene bakmayıp onu bağıra çağıra azarlamış, üstüne üstlük fakirliklerine vurgu yaparak bel altı vurmuştu. Ustası paketini istedi, direnmedi, eğilip çorabından; terden ve sürtünmeden neredeyse yüzü tamamen soyulmuş ve neredeyse birbirine yapışmış paketini çıkarıp teslim etti. Usta içinden bir tane çekip yaktı, birkaç nefes çekti, sonra yüzünü ekşitip müstekrih bir ifadeyle Süleyman’ın ayağının dibine fırlattı. Süleyman hiçbir şey söylemedi, hiçbir soruya cevap vermedi, yalnızca boynunu büküp yürüdü ustası önünde. Bir ruh gibiydi adeta mesainin geri kalanında; görmüyor, duymuyor, konuşamıyordu sanki. Yalnızca mesainin bitmesini bekliyordu, bir daha adım atmayacaktı buraya. Derken mühim hadiselerin ikincisini de yaşadı, gökyüzüne ta ciğerinden gelen dev bir avaze saldı Süleyman, ustası çekince kolu da profille beraber testereye doğru gitmiş, parmakları testereyi kızıla boyamıştı.

Hastaneden çıktıktan birkaç gün sonra ustaları İsmail’in delaletiyle geçmiş olsuna geldiler, tek dertleri geçmiş olsun demek değildi elbet. Refik Bey’le uzun uzun müzakere ettiler, zaman zaman sinirler gerildi, sesler yükseldi, bunlardan birinde ustasının biz davet etmedik arkadaş siz rica ettiniz oğlumuz yanınızda meslek öğrensin diye, dediğini çok net duydu. Sonra esrar müptelası olabileceğini öğrendi, zırt pırt tuvalete gitmek için izin isteyip sigara içiyordu, sigarasının çok değişik bir tadı vardı, birkaç nefesten fazla çekememişti usta, belki de o elim hadise yaşandığında kafası güzeldi… Kulaklarına inanamıyordu. İçerip girip bağırıp çağırmak, ustasının suratına tükürmek geçti içinden. Hiçbir şey yapmadı.

Refik Bey, küçücük çocuğu çalıştırarak kendisinin de suç işlediğine, ceza alacağına dair gözdağlarına rağmen Nuh dedi peygamber demedi, oğlunun istikbalini iyileştirecek bir tazminatta diretti. Nihayet, çocuğunun üniversite bitene kadar bütün okul masraflarını karşılamaları durumunda şikâyetçi olmayacaklarına dair söz verdi.

O günden sonra evde sık sık Süleyman’ın nasıl da okumaya yatkın olduğu, kendini verirse zehir gibi kafası olduğu, bu devirde diplomanın geçer akça olduğu gibi şeyler konuşuldu. Hatta başparmak ile yüzük parmağı arasında kalemin nasıl sıkıştırılıp yazı yazılabileceği bahsine girmeye bile cesaret edildi.

Süleyman; o sabah, liseye başladığı o ilk günde, evden erkenden çıktı, adımlarını ağır ağır attı, muazzam kalabalık gelip onu da içine aldı, okulda sırasını bulup ortalarda bir yere geçti, omuzlarından zırt pırt kayan çanta askılarını omuzlarına kaldırdı yılmadan, zil çaldı, ziller çaldı… Süleyman bir kere bile okuldan kaçmadı, okula her gün çantayla gitti hatta bir kez olsun çantasını tek askıyla bile takmadı, daima gömleğinin bütün düğmelerini ilikledi, kravatı boğazına oturttu, bir kıza sevdalandı ama asla açılmadı, hocaları sözlülerine hep yüksek verdiler fakat yazılıları daima düşük geldi.

Süleyman parmaklarını kaybettiği günden sonra hiç sigara içmedi.

Yazdır

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir