İntibah
Kulağına dolan rüzgardan ürpererek, uyandı. Kerahet vakti içi geçip de saatler sonra uyandığında yerini yadırgayan biri gibi hayretle süzdü etrafını. Birkaç adım ötesindeki ismini bilmediği tuhaf böcek bunca zaman iki karış mı ilerleyebilmişti? Sahi ne kadar zamandır uykudaydı?
Başını çevirip Güneş’e baktı. “Görünmeden gitme hatırı kırılır” diye rica minnet ikna edilip de vedalaşıp kaçmayı bekleyen misafir gibi, bir yarım tebessümle dağların eşiğinde bekliyordu Güneş. Bu teşrifi kaçırdığına hayıflandı.
Sırtına yasladığı pespaye heybeyi atıştırmalık bir şeyler bulmak ümidiyle karıştırdı. İçinden cildi yıpranmış, çokça örselenmiş bir defter çıktı sadece. Buna hiç memnun olmadı, damağı zehir gibiydi. Kalkıp yüzünü yıkamaya, birkaç yudum su içmeye karar verdi. Böcek, kayadaki bir çukura düşen boyundan büyük gölgesiyle, uçurumun kenarında derin düşüncelere dalmış bir derviş gibi vakur, yürüyordu. Rüzgara kapılmış meçhule sürüklenen kuru yaprak kafilesi geçti önünden şimdi.
Irmağa yaklaştıkça tuhaf bir hisse kapıldı. Masum bir gürbüz çocuğa benzeyen bu asude ırmağı daha önce hiç görmemişti sanki, fakat akan kendisiymişçesine tanıdıktı da. Suya eğildiğinde dehşete düştü. Bu kıraç surat, dehlizden taşan lav gibi bu gözler… Elleriyle suratını yokladı, her kıvrımı, her çukuru, her tümseği bir âmâ dikkatiyle inceledi. Ellerin kendisine ve dokunduğu suratın aynı cesede ait olduğundan emindi. Ne var ki ellerinin gezindiği bu topografya hafızasındaki çehresiyle örtüşmüyordu. Eğilip tekrardan dikkatle baktı bu yüze, sonra başını suya sokup tırnaklarıyla kabuğunu kazıyıp altındaki esas çehresini çıkarmak istiyormuşçasına yıkadı yüzünü. Değişen hiçbir şey yoktu.
Bastığı zemini yoklamak, sağa sola koşturmak, haykırmak geçti içinden. Hiçbirini yapmadı, eğilip, birkaç yudum su içip doğruldu. Su zehir gibiydi. Gayet sakin; etrafını dikkatle incelemeye başladı.
Yaslandığı ağacın hiçbir hayati emareye sahip olmayan bir çınar olduğunu fark etti. Henüz genç sayılırdı. Böylesine berrak bir ırmağın dibinde kurumasına mana veremedi. Irmak suyunun tadı geldi aklına, ona da mana veremedi. Sahi neden zehir gibiydi?
Çınarın altındaki, üzerinde uyuduğu kayada kurumuş yosunlar gördü. Demek bir zamanlar ırmak daha da gürbüzdü.
Dost ufukta iyiden iyiye yitmiş, derviş intihar etmişti. Dikkate şayan başka şey yoktu.
Oturup çınara yaslandı tekrar. Aklı almıyordu. Daha önce hiç görmediği bu yere ne zaman gelmiş, ne zaman uykuya dalmış, kaç asır uyumuştu da uyandığında böylesine yaşlanmış, başkalaşmıştı. Bu el, bu ayak, işleyen bu zihin onun muydu?
Heybedeki defter geldi aklına. Belki buraya nasıl geldiğine dair bazı kayıtlar bulunabilirdi. Çıkarıp hızla çevirdi sayfalarını; kargacık burgacık bir yazı. Henüz birkaç kelime sökmüştü ki yazılar nehrin üzerine yazılmışçasına silinip gitti ve defter kapkara kesildi. Bu olamazdı! Gözlerini ovuşturdu, durum değişmedi. Güneşin batmış olmasına bağladı bu hadiseyi. Işık bulmalıydı.
Aysız, yıldızsız, uğursuz bir geceydi bu. Ne tuhaf bilmeceydi bu.
***
– Çok geç geldin.
– Sen de kimsin?
– Aradığın.
– Kimi arıyormuşum ben?
– Kimi aradığını bilmeden beni bulman imkansız, vaktin kısa, boşa harcama.
– Bana bak esas sen benimle oynayıp vaktimi boşa harcama. Bu lanet yerde kafayı bozmak üzereyim, bir sana rastladım sen de muamma çözdürme bana. Kimsin, burası neresi, nasıl kurtulurum buradan?
– Benden başka hiçbir şeye rastlamadın mı?
– Bir ağaç, bir ırmak, bir…
– Geç! Başka? Yolda gördüklerin?
– Bir takım suretler… Ama hiçbir şey hatırlamıyorum. Dolaşırken birden bir heyula gibi beliriyorlar, içlerine giriyorum, mana vermeye kalmadan kayboluyorlardı. Ne uzaktayken seçiliyor, ne ardıma baktığımda görünüyorlardı. Bir vehimler ormanında dolaşıp durdum.
– Dolaş dur! O vehimler hakikatin. Elindeki defter, onu tanımışsındır umarım. İçindeki bir parça sen bir parça ben…
– Peki ama sen kimsin?
– Soru sorma. Şu gördüğün ateş sönene kadar mühletin var. Ateşi yaşatmaya uğraşma, ölürsün! Hiçbir şeyi uzakta arama, her şeyi dinle, her şeyi anla. Ve sakın, sakın beni arama, beni bul!
– Hey nereye? Heeey!
***
Ne cehenneme kayboldu bu birden. Ateşi kaybetmesem… Beni bulur hep bu abuk sabuk işler. Bir insana rastladık diye sevinirken… Neydi o hali, yüzünü örten hiçbir şey yokken… Suratsız ucube! Acaba ateş? Burdan dümdüz gelmemiş miydim? Ateş kadar mühletin var demişti, hala eridiğime göre yanıyor demek ki. Ha-ha. Sahi mum olsam yanan ben mi olurdum ateş mi? Mum yanıyor, mum eriyor, mum sönüyor… Mumun ateşi..? Cık. Bu ateş burnumun dibindeydi de nasıl görmedim? Mumu an ateşi hazırla. Estağfurullah o şeref bize ait sayın ateş. Yo istirham ederim hiç zahmet buyurmayın, biz zaten yanıyoruz. Işık göremediniz mi? Üzülmeyin yalnız değilsiniz.
Aslında fena değil. Bir de roman filan olsa, sessiz sakin, lutfederseniz yağımızda… Şu şifresi çözülen, büyüüük ödüllü romanlardan olsa, kesin çözerim, işte çözdüm, binmirilyarbilmemkaç liralık bir kapı yapalım şuraya, imkan yok mu, bari az yakan temiz bir güneş… Günaydın Truman. Sahi şu defter… Işıkta bile… ?!
“Kaç ömür yanacaksın böyle beyhude? Yanışın bile karanlık, bu hale yanmalısın.”
bu satırlar, bu defter..? “tanımışsındır umarım” kes tanıdım, seni de tanırım. Tamam çözdüm işte şifreyi haydi yansın ışıklar, Truman misafirin var, ben ve defterim, taammüden kaybedilen defterim, içinde muhasebelerim, hep zarar, iflas ettim. Yo tüccar değilim, anlatması güç. Ben mi? Ben, şey, yani, biraz, şimdi, bunu düşünmeyeli… Bunun için epey zamanımız var, sana kim olduğumu anlatırım. Korkma Truman ben de defterim de sahiciyiz. Hem sanki sen..! Körler sağırlar… Ağırla bizi Truman, şu ateş sönmeden çıkalım, bu ateş beni tedirgin ediyor. Ateşten korkmaz mısın? Ben söneninden de korkarım. Madem gitmiyoruz şuna bakalım, sırrını açmışken.
“Gece hem zindan hem meydan, koştur dur atını, ya karanlığa saplan.”
İss! Kursağımızı aştı karanlık, ne karanlık, şu avuçlarıma değmeyen mi zindan, işte koşuyorum, koş koş koş Forest, hey Forest ben de senin gibi… Oysa dolap beygiri…
“Saf bir ırmak ömür, hedefi umman! Su, tadını yatağından, şeklini kabından alır. Yoluna yoldaşına dikkat et!”
Pür dikkaat! Nazaar ber-kadem! Marş! Sol-sağ-nazar-ber-kadem-sol-sağ-nazar-ber-sol-sağ-nazar-sol-sağ-nazar-sol-nazar-sağ-nazar-nazar!
“Gündüz gözü bu ne körlük, böylesi kabahate sebebiyet?”
Basma tükürük, bakma balgam, bak önüne, o ne, bakma, baak, yürü yürü yürü şurdan biraz hızlan (aleyküm selam) kalbim çok hızlı atmaya başladı da (arkadaşın yanına) yani içimde deveran eden bu kan yanmaya, yani ben sadece (birazcık gezmeye) yani beynim buharlaştı artık (görüşürüz) dur gitme, tut beni bağla beni zincire vur beni, yani gözlerim bu saatte iyi seçmiyor, yani hemen şu köşeyi dönünce…(aleyküm selam, baş üstüne!)
“Bunca zaman nasıl geçti, nereye koştum, nerede düştüm, şimdi neredeyim? Ömür geçiyor günün en güzel saatlerini kaçırmak üzereyim..”
Vay kral, ev de manzara da, bu da mı onun, sizinki işini biliyor, tadı cık, boğma mı, kafası eh, kutlarız kutlarız, siz yaptırın biz çakılan her çiviyi kutlarız. Akşamüstü toplanalım artık, gün batımıyla şahane, sabaha bağlayalım kesin.
“Münkerin inkar edilemez sirayet kabiliyetini…”
Bu hafta da öğlen olsun, geçen hafta kıçımızda pireler, gene mi gelmedi, herif üçtür ekiyor… Başaklar boy verdi mi hain, hıyanetime hıyanetinle iştirak etmeyeli, (haftaya kadehler hep beraber tokuşacak), ben onu hıyanetime ortak ederim, (merak etmeyin), onunla verdiğimiz sözün geçmişine (söz) tövbe, söz, tövbe tövbe (şerefe!)
“Zaman ele avuca sığmıyor. Güne nur ile başla. Günde bir sayfa çok mu? Ya az mı?”
Yağmur, ne güzel başladı birden. Gözlerim ilk defa yağmuru anlıyor… Bu ürperti soğuktan mı, yağmura refiklik mi? Her halükarda normal sabahın bu saatinde. Kalbimdeki şu ince sızı, ne tatlı. Terk etme beni sızım…
“Şahsiyet akıbeti belirler. İrade şahlanmaktır.”
Laf! Bu ışıltılı sözler yolumu hiç aydınlatmadı!
“Sen kayarken sayfalar seni tutacak değil!”
Hiç kimse tutmadı, oysa seni ben, kendimi yargılamak, yoluma yön vermek…
“Boş söz ömür de tüketir mürekkep de…”
Mürekkep israfından başka neydin lanet! Ben çabaladım sen…
“Bıkmadın mı papağan? Ne zaman demek yerine yapmayı…”
Aşağılık yalancı şu karanlık sayfalarda didinmelerim var, sen sadece hezeyanımı yüzüme…
“Ne vakit bir kıymığa tutunsam… savrulmak… hayat yaz boz tahtası… neden yapamıyorum yok, yapmıyorsun… yaz boşalt içindeki irini mürekkeple… ne pak temizlik… hürmetler Zümrüdüanka hazretleri… yarının gelmeyeceğini bile bile bu günü kaçırtan gafletin ne… tavsiye edip nefsini unutan… halinden hal alanın vay haline… önce şahsiyet… yanıyorsun nur değil, kül doğuyor yalnız… bir rüzgardı esti geçti mi kovboy…”
Bu asla bir heves değildi! Asla!
“Oyun allahsıza kadar sığınak
Yönergeler karma karışık
Yolum yitiyor yok yolda dayanak
Ben bana ben çirkefe aşık”
Seni ben yazdım, bunların hepsi benim! Beni böyle yargılayamaz, yazdıklarımla beni oynatamazsın!
“Kaçış, şimdi vaktin ölü bir semtinde kendimi köşeye kıstırıp tahakkuk ettireceğim vahşete şahit olmamak için başımı yastığa gömeceğim. Pamuğu bol olsun!”
Sen bir ölüsün, gömdüm seni! Sus!
“Uyan mezarından, diril, kıyam et
Dolan gezin elinde varsa kudret
Bu vakti geçen son tren yad et
Tükenmeden akçen dur ihtiyad et”
***
Kan ter içinde uyandı. Bir müddet yatakta kaskatı vaziyette, sadece etrafını taradı. Boşluğa mahkum eden anlamsızlık cenderesinden bir nebze sıyrılınca, kalkıp odasında gezindi. Pencereyi açtı, yüzüne çarpan taptaze serinlikle biraz daha kendine geldi. Birden, bir biri ardınca, karanlığın ve sükutun kaskatı yalnızlığını, yumuşacık kızıl bir merhamet sevincine boyayarak dalga dalga yayılan ahenkle kalbine bir sızı saplandı. Bu ses, bu renk… Kaç asır yaşamıştı bunlardan mahrum… Bakışları ufkun sıcaklığında erirken öylece dinledi. Neden sonra, telaşla dönüp, yatağının altından çıkardığı sandığın menteşelerini kırarak, gece bir hışımla okuyup, rastgele bir şifre verip sandığa hapsettiği defterini çıkardı. Rastgele bir sayfa açtı; “Hep karanlığın şiirini yazmayacağım!”
Altına hızlıca şu mısraları yazdı;
“Geç kalmış bir sabah
Kendimi kendimden sordum
Filizlenirken şehir
Yalvarır gecede rüya
Durdum gölgeleri kovmaya…”
Fotoğraf: http://www.fotografturk.com/minareler-sehri-istanbul-p246210s2
Bir yanıt yazın