Konuşuyoruz daima, haddimize olsa da olmasa da… Hâliyle, unutuyoruz dilimizden dökülecek her bir harfin çetin ve sıkı hesabını. Konuştuğumuz için de elbette kalp kırdığımız, karşımızdakini anlayamadığımız, kendimizi anlatamadığımız oluyor. Yani anlaşamıyoruz kimi zaman, bazen kendimizle bazen bir başkasıyla. Üzüyoruz ve dahi üzülüyoruz şüphesiz. Efendim, hem kendimiz için hem başkaları için, kelimelerin dokundukları kalple anlam kazandıklarını unutuyoruz. Kalp ister bizim kalbimiz olsun ister başkalarının kalbi olsun, ne kadar genişse kalbi insanın o ölçüde kelimelere anlam katıyor. Yani, anlamak da, anlatmak da anlaşmak da hepsi kalp işidir. Evet, kalp, anlam katar kelimeye, ancak konuşmanın ehemmiyeti en az kalbin kelimeye kattığı anlam kadar mühimdir. Çünkü anlarken de anlatırken de anlaşırken de konuşmak icap ediyor. Efendim, belki bulunduğumuz hâl ve an gerektiriyor konuşmayı, belki de hiç gerektirmiyor hâl ve an ama bir şeyler söylemek çok cazip geliyor bizlere… Her halükarda dilimizden dökülenler için sıkıntı çekiyorsak, bu durumun temel bir sebebi var şüphesiz. Hazreti Ali şöyle buyurmuş: “Söz, ağızdan çıkana kadar senin esirindir, ağzından çıktıktan sonra ise sen sözün esiri olursun.” Evet efendim! Söz, yani dilimizin ucuna düşünerek getirdiklerimiz dışa vurulmadığı sürece esirimizdir ve fakat ağzımızdan çıktıkça söze esaretimiz başlamış demektir.
Eskilerden, bugün içimizi sızlatan her bir meselede çıkış yolunu bulduğumuz eskilerden söz etmemiz münasip düşecektir burada. Çünkü konuşmanın ölçüsü mevzusunda da çıkış yolunu bu kapıda bulabileceğimiz muhakkak efendim. Konuşmanın ölçüsü konusunda eskilerden bariz bir farkımız var bizim, bizler az düşünüp çok konuşuyoruz, onlar ise çok düşünüp az konuşurlarmış. Nasıl yaparlarmış bunu, bilemiyoruz ve olsa olsa tahmin edebiliyoruz. Belki ihlasla belki irfanla belki niyetlerinin safiyetiyle belki de… Bilemiyoruz efendim, bulamıyoruz ve anlam veremiyoruz. Tıpkı onların bugünümüze uyduramadığımız ve bizi hayrette bırakan diğer tavırları gibi. Bilememe, bulamama ve anlam verememe halimiz, kuşkusuz tamamıyla kendimizle alakalı. Hasretimiz kırık dökük, gayretimizin bir tarafı hep eksik, zihnimiz hep malayaniye meyyal. Düşünmeyi unuttuk, zikrettiklerimiz başkalaştı ve anlamsızlaştı düşünmeyi unuttuğumuz için, köreldik düzenli olarak. Yaşayışımız da uyum sağladı bu halimize. Nihayetinde, konuştuk, anlayamadık, konuştuk anlatamadık, konuştuk anlaşamadık. Üzdük, üzdüğümüz için üzüldük. Gün geldi üzdüğümüzü fark etmedik, vakit oldu üzdüğümüz için üzülmedik bile. Köreldi bir şeyler, hep bizden olanlar köreldi. Dikkatimiz yoğunlaştı işimize ne yaramayacaksa onların hepsine. Sıradanlaştık ve konuşmak sıradanlaştı, konuşmak sıradanlaşınca her anımız sıkıntıyla iç içe oldu sanki. Alıştık bu duruma. Böyle yaşamaya başladık. Nihayetinde, böyle yaşıyoruz işte…
Gelin efendim, evvela düşünelim zikre ne lâyıktır ve muvâfıktır diye. Kalbimize dikkat edelim sonra konuşmamıza ve gayret edelim anlamaya, anlatmaya, anlaşmaya, güzelleştirip kelimeleri anlamlı kılmaya… Zübde-i âlem olan insan olarak hoşça bakalım kendimize sonra insanlara ve sonra hoşça olsun davranışlarımız, nihayetinde olalım eskiler gibi…
Bir yanıt yazın