Hayattaki işaretler kimine gizli kimine aşikar. Gönül gözünden habersizlere işaretlerin yüzü daima gizli. Kafa gözünden başka göz bilmeyen günümüz insanı bu halinden memnun olduğunu gösteriyor. Gösteriyor diyorum çünkü böyle bir çabası var. Sözgelimi mutlu olduğunu göstermeye çalışan insanların gerçekten mutlu olduğuna inanamıyoruz çünkü suni çabaları gözümüzün önünde. Gösterişten ve beğenilmekten başka gayesi olmadan gün süren insanın ruhi bunalımı da hakikat. Böyle olunca da gizli olan, hayatın içinde olup da dikkatli bir nazarla, geniş bir anlayışla fark edilebilecek inceliklere yabancı kalınıyor. Her bir an, ufacık bir zaman yahut geniş bir vakit daima olanın/bulunanın ötesinde bir şeyler fısıldar insana fakat her insanda bu fısıldamayı fark edecek istidat yoktur. Aynı manzarayı seyrettiği halde aynı detaylara vakıf olamayan iki insanın durumu nasılsa hayatı okumadaki durum da aynıdır. Aynı sıkıntıyı yaşayan iki insanda sabrederek veya isyan ederek sıkıntıyı aşma çabası görebiliriz. Bu tavır/tepki farklılığının temeli esasında insanın hayata bakışında ve hayatı okumasında gizlidir. Eskilerin “nazar” dediği irfani kavram tam da burada anlam kazanıyor. Sultan I. Ahmed’in bir mısrasında [1]Mısra şöyledir: “bir nazarla ehl-i dil toprağı eyler sîm ü zer” ehlidilin bir nazarla toprağı sîm ü zer eyleyeceğinden bahsetmesi aslında ehlidil dediğimiz ariflerin toprağa/dünyaya/hayata bakışlarıyla ilgilidir. Hayatı gönül penceresinden okumuş ve bizlere yol haritası bırakmış Gâlib Dede’mize kulak verelim bu noktada:
Her zilletin elbette bir izzet var içinde
Seyret çeh-i Ken’anı ne devlet var içinde [2] Gazel, Şeyh Gâlib’e aittir.
Her sıkıntının ve hakir görülmenin içinde elbette bir kolaylık ve yücelik vardır. Kenan kuyusuna bak içinde ne baht ne saadet var.
Bir hâlete gönül bağlamamak gerek çünkü zaman inkılâb eyler. Yaşanan hadiselerin zahiri ve batını; oluşu ve bitişi farklı olabilir. Yani, şer görünende hayır; hayır görünende ise şer olabilir. Ahmed Amiş Efendi’nin “Bir şeyin olup olmaması senin nezdinde müsavi değilse nakıssın evladım” dediği nakledilir. Bu söz âli bir mertebeye işaret ediyor. Bilmeliyiz ki aslolan sadakat ve tevekküldür. İnşirâh suresinde her zorlukla beraber bir kolaylığın bulunduğu müjdelenmiştir ve bu kolaylığı Rabbimiz tekit etmiştir. Yaşanan ufak tefek zorluklara ve sıkıntılara tahammül edemeyip sabır gösteremeyen insan, ilahi hakikatten habersizce dünyayı kendisine zindan ediyor. Ani duygu, tavır ve hareket değişimleri yaşıyor ve tepkilerde bulunuyor. Hâlbuki zorlukla beraber müjdelenen kolaylığın ümidiyle sabretmektir yakışan. Zillet varsa elbette izzet de olacaktır.
Kenan ili olarak anılan bölge adını Hz. Nuh’un torununun isminden almıştır. Hz. Yâkûb Kenan halkına peygamber olarak gönderilmiştir. Kenan kuyusunun Hz. Yâkub’un evine uzaklığının üç fersah (yaklaşık on yedi kilometre) olduğu söylenir. Kur’an-ı Kerîm’de de anlatılan kıssada Hz. Yâkub’un oğlu Hz. Yusuf’un kendisini kıskanan on bir kardeşi tarafından atıldığı kuyu işte bu Kenan kuyusudur. Yaşanan olayların zahirine bakıldığında Hz. Yusuf’un yaşadıklarının tümü onun için bir sıkıntı olarak görülebilir fakat neticede o girdiği Kenan kuyusundan Mısır saraylarına yükselmiştir. Bu yüzden Kenan kuyusunu güzelce okumak gerekiyor. Aslolan Kenan kuyusundaki tavırdır çünkü. Mısır sarayı Kenan kuyusunda gösterilen sabrın ve tevekkülün neticesi ve dahi hediyesidir.
Hep can atıyor halk fenâ mülküne amma
Bir hârice çıkmaz ki ne hâlet var içinde
Halk yokluk mülküne daima can atıyor ama bu mülke biraz dışarıdan nazar etse içinde neler olduğunu görecektir.
İnsanın dünya ile imtihanı bala batmış arıya benzetilir. Arı, lezzetinden olsa gerek balın içine düşer. Çırpındıkça daha derine batar ve sonunda canını verir. Dünyadaki lezzetler de tıpkı bala benzer. Suret olarak tatlıdır, lezzetlidir, cezbeder fakat imtihan vesilesidir. Suretteki lezzet çoğu zaman imtihanı unutturur. Bundandır ki fani dünyanın lezzetlerine halk daima can atar. İnsanın imtihanı hem dünya lezzetlerinin çekiciliğiyle hem de diğer insanların sözleri, tavırları ve yaşayışları sebebiyle daha da zorlaşır. Toplumu oluşturan bireylerin neredeyse yekunu aynı yere bakıyor, aynı şeyleri konuşuyor, aynı hayatı yaşıyorsa farklı yere bakmak, farklı şeyler konuşmak ve farklı yaşamak elbette zor olacaktır. Halkın içinden sıyrılmak, bir hârice çıkmak gerekir bu durumda. Çıkmak gerekir çünkü bu yokluk mülkünün içinde neler olduğu ancak o zaman görülebilir. Gâlib Dede bir mısrasında “aşıkta keder n’eyler” diye sorar ve “gam halk-ı cihanındır” diye izah eder meseleyi. Yani, dünyaya meyletmiş olan ve maddeden maada bir şey göremeyenler cihan halkıdır ve gam da keder de onlarındır. Aşık ise fena mülküne can atmaz ve bundandır ki halk-ı cihandan değildir. Onun için dünya değil ötesi esastır.
Mazlûma olur keyfer-i bed-hûyi-i zâlim
İklîm-i gâmın başka bir âdet var içinde
Zalimin kötü huylarının karşılığını mâzlum çeker. Böyle gözükse de gam ikliminin başka bir âdet var içinde.
Dünya üzerinde zalimin olmadığı bir an yaşanmış mıdır bilinmez. Günümüzde yaşanan hadiseler de malum. Zalim, zulmüne devam ediyor. Mazlum ise zulmün nihayetini bekliyor. Zalimin yaptıklarının karşılığını mazlum görüyor. Olanların yansıyan yüzü böyle fakat gam ikliminin bir de görünmeyen yüzü yani başka bir âdeti vardır. Hadisişeriflerde mazlumlarla ilgili birçok ifade yer almıştır. Allah Resulü(sav) Muaz b. Cebel’i(ra) Yemen’e gönderirken “Mazlumun bedduasını(âhını) almaktan kork” buyurmuş ve devamında ise “beddua ile Allah arasında perde yoktur” diye uyarmıştır. Hadisişerif bize mazlumun âhının kabul derecesini göstermektedir. Günümüzde zulmün gölgesinde hayatını idame ettiren mazlumların âhı arşı titretecek boyutta. İman ediyoruz ki zalimin zulmü yanına kalmayacaktır. Bugün hem zulmünü devam ettirip hem keyif içinde yaşayan zalimler için sadece takdir olunmuş bir mühlet vardır. Mazlumun, zâlime üstün kılındığı bir zaman elbet olacaktır. Biliyoruz ki Allah ihmal etmez, imhal eder. Tarih boyunca zalimliğiyle ön plana çıkmış isimlere baktığımızda kiminin yaşarken müstehakkını bulduğunu, kiminin ise zalimliğini icra ederken öldüğünü görürüz. Rabbimizin zalimlere bir gün “Tallahi lekad aserakallahu aleyna” (Yemin olsun ki Allah seni bize üstün kılmıştır.) [3] Yusuf Suresi 91.ayet dedirteceğine iman ediyoruz. İşte o gün zâlimin kötü huylarının karşılığını mazlumun çekmediğini anlayacağız. Mazlum, sıkıntılarının mükafatını misliyle alacak; zalim ise yaptıklarının karşılığını alacaktır. Yine iman ediyoruz ki “kim zerre kadar hayır yapmışsa onun karşılığını görecektir. Kim de zerre kadar şer işlemişse onun karşılığını görecektir.” [4] Zilzal Suresi 7-8. ayetler
Sen akla uyup gezme Felâtûn dahi bilmez
Humhâne-i dehrin nice hikmet var içinde
Sen akla uyup gezme çünkü dünya meyhanesinin içinde öyle hikmetler vardır ki Eflatun’un dahi haberi yoktur.
Dünya bir meyhaneye benzer. Meyhanede sarhoş olan insan, suretleri tam olarak idrak edemez ve yanılır. Dünyada maddi lezzetler ile sarhoş olmuş her insan da dünya meyhanesindeki suretleri yanılarak seyreder. Bu yanılsamadan bizi uyandıracak ve bize yol gösterecek olan rehber akıl değildir. Hatta akıl konusundaki mütehassıslar da değildir. Şekillerin ardındaki manaları anlayabilmek hikmet ile mümkündür. Hikmet ise aklın değil gönlün güzergâhındadır. Yanılsamalarla dolu bu dünyadaki nice hikmetin sırrına erişmek için akla uymak yerine gönlü rehber bilmek gerek. “Aşk imiş her ne var âlemde / İlim bir kîl ü kâl imiş ancak” buyuran Fuzûlî aklın ötesine geçmiş ve muhibbana da yol göstermiştir. Elbette bütün bunlar birden olacak değildir. Evvela, insanın izinde yürüyeceği bir gönül ehli gerektir. Akıl sahasında otorite olan Eflatun’un(Platon’un) gönül sahasında ise esamesi bile okunmaz. Bunun farkına varmakla dikkati ve gayreti bir ehlidil rehberliğinde akıldan gönüle çevirmek lazımdır. Bu yapıldığında hikmet sırrına nasibince vakıf olacaktır insan.
Pek dar(tar) yeridir sırr-ı dehen sohbet-i aşkın
Yok yok bütün esrâra işâret var içinde
Ağız sırrı aşk sohbetinin pek dar/karanlık yeridir. Hayır hayır, aslında ağız sırrının içinde bütün sırlara işaret vardır.
Sır ehline aşikâr edilir çünkü emanettir. Tasavvufi neşvede birçok mesele mazmunlarla ifade edilmiştir. Bu yolun tercih edilmesinin sebebi hem yanlış anlaşılmaların önüne geçmek hem de sırrı ehline emanet etmektir. Sevgiliye ait güzellik unsurları olarak zikredilen her bir uzuv esasında başka ve yoğun anlamlara işaret eder. Ağız yani dehen mana olarak yokluğa işarettir. Bu yokluk anlamı sebebiyle dehen sırrının aşk sohbetindeki sırlardan çok azını barındırdığı düşünülür. Bu düşünce aslında kişinin bulunduğu mertebedeki nazarıdır. Yani, yol yüründükçe azlar çok; gizliler aşikar; sırlar malum olacaktır. Zıttıyla daha iyi anlaşılan birçok mesele gibi yokluğu remzeden dehen nice esrara işaret etmektedir belki de. Tabii ki bunu anlamak ve tatmak evvela hal ilminde epey mesafe katetmekle mümkündür.
Çâk eyleyemem sînemi her dilbere zîrâ
Sultânıma âit bir emânet var içinde
Gönlümü herkese açamam çünkü gönlümün içinde sultanıma ait bir emanet vardır.
Gönül, insana bahşedilmiş ilahi bir emanettir. Emanettir çünkü Allah evidir. Cümleden geçmeden evin layıkıyla muhafazası zordur. Kirle ve pasla yoğurulmuş üzeri yaldızlı dünyada gönül evini muhafaza etmek meşakkatli bir iştir. İnsanın sevip gönlünü bağlayacağı o kadar imtihan vesilesi var ki bunlar bahsedilen meşakkati oldukça şiddetli bir hale çeviriyor. Allah, insana sevmeyi bahşetmiştir. Ölçülü olması için de onu eşrefimahlukat kılmıştır. Elbette sevdiğinden değer alır insan. Yani, kimi seviyorsa ne için seviyorsa kıymeti o kadardır. O, kendisine bahşedilmiş olan sevgi için ölçüyü koruyamadığında kalbi mühürlenmiş bir hale gelebilir. Nitekim günümüzde yaşanan olumsuz hadiseleri dikkatlice okursak temelinde sevgideki ölçüsüzlüğün yattığını görebiliriz.
Dünya ve içindeki lezzetlerin her biri insanı yanıltabilecek kuvvettedir. Gönlünün farkında olan her insan bu yanılma korkusunu daima zinde tutmalıdır. Kalbimde sultanıma ait bir emanet var demek başlı başına bir eşrefimahlukat nişanıdır. Bu denildiğinde ve bu bilinçle yaşandığında gönlünü maddi hiçbir yanlışa çak eylemeyecektir insan. Yakışan budur. Kulluğun gereği budur. Şemseddin Sivâsi hazretlerinin “sür çıkar ağyarı dilden tâ tecellî ede hakk/pâdişah konmaz saraya, hâne mamûr olmadan” beyti de tam olarak bu hakikate işaret etmektedir. Ağyar gönüldeyken orası mamur değildir. Onu gönülden sürünce gönül tecelligâh olacaktır.
Etmiş yine Gâlib kudemâ tavrını der-pîş
Eş’ârının âsâr-ı hakikat var içinde
Gâlib yine eskilerin tavrını/tarzını takip etmiştir. Bundan dolayı onun şiirlerinde hakikatin izleri vardır.
İlim silsiledir. Allah Resulü(sav) kendisini takip eden sayısız sahabeikirama yolunu takip etmelerini buyurmuştur. Sahabeikiram efendilerimiz de ilmi kime ulaştırdılarsa Allah Resulü’nün(sav) yolundan ayrılmamalarını öğütlemişlerdir. Bu yol yüzyıllarca takip edilmiş ve hakikatler bugünlere ulaşmıştır. Geçmişe sırt dönmenin revaçta olduğu günümüzde kudemanın izinde yürümek hor görülebiliyor. Hakikatten haberi olmayan zihinlerin kudemaya sırt çevirmesi nasip meselesidir. Biliyoruz ve inanıyoruz ki kudemanın ayak izi hakikatlerin menbaıdır. Büyüklerin kudema tavrında/tarzında yürümekle iftihar etmesi pek tabii hakikat yolcularına bir öğüt mahiyetindedir.
Bir yanıt yazın