Vefâ’ya Ağıt!
Yine yağmurun sesine kaptırmış kendimi, içime huzurun zuhurunu bekleye durmuştum. Yağmur tanelerinin savrula savrula -ama savurtkan olmadan- raksa dalmış şeydalar gibi ahenkle yeryüzünün kalbinde beklenilen muştuyu okşayarak vukû bulmasını hayran hayran dinliyordum.
Karanlığın saltanatı başladığında caddelerin aşinasız kalmış kollarına teselli sunmak için geldiği aşikar olan yağmur, naifçe bırakarak damlalarını kimsesiz parke taşlara, ”Üzülme! Özlenen, ama kimselerin bulamadığını bırakıyorum kollarına.” der gibi pencereden aşağı çekiyordu yorgun bedenimi.
Muhakkak karanlık, tek başına hiçbir şey ifade etmeyen leş bir mefhum; yağmur ise yalnız kaldığında ahengi bozulmuş bir olgu olarak tahammül edilesi şeyler değildi…
Bu semte kaçıncı gelişimdi acaba. Şu patikayı kaçıncı çıkışım karanlıklar içinde. Kaçıncı selam verişim ihtiyarlara. Kaç kez tebessüm ettim. Ne kadar sevdim arz-ı endam eden çocukları, seninle başlayan yağmurlarda. Ya ne kadar ağladım, hasretine sancılarla.
Derdi belini bükmüş ihtiyarın narası dağıtamadı hecene dikkat çarpıntılarımı.
-Bu vakitte ne hal oğul, yabancısısın var gör buranın?
-…
Varıp da seni görsem nasıl bigane kalır, yabancılık çeker gayrısına ağyar gözlerim. Ahvalimi pürnur kılasın diye sözlerine hemhal olurken, senli yangınlarım incecik bir titreyişle kıvranmamış mıydı?
Buraya her her gelişimde tarif edemediğim münzevi bir sızı derinlere, derinlerde bir yere çöker kalırdı. “Şuramda!” diye başlardım söze. “Tam şuramda tarifi dilden ırak bir yük var gibi.” diyecek olurdum kimi zaman. Zira buraya adımımı attığım anda tahayyül ettiğim bir çok şeyin tarumar olduğunu müşahede etmiş ve sindirmiştim. Bundan olacak ki çok sevdiğim bu semte kalp atışlarım eşlik edemiyor; deruni bir kaygı duyuyor, teyakkuz halinde mütemadiyen bir gerginlikten kendimi alamıyordum.
Semti tanımlarken aklıma İstanbul takıldı. Acaba ifade ettikleri mana aynı mı diye düşündüm, lakin bir olamazdı. Çünkü pây-i taht için, “Kendimi bir yere böylesine ait hissedip de oraya bu denli yabancı olduğum başka bir yer yoktur.” diyordum. Lakin burası, İstanbul’un orta yerindeki bu semt, maddede yahut manada, mütessif bir edayla, tüm güzelliğinin yanında vurgun yemiş, terk edilmiş köhne bir mesken olarak öylece duruyordu…
Beli bükülmüş ihtiyarın derdi döküldü:
-Oğul, ne haldesin ki hüznünü feryad bilip sükuta ferman verirsin?
-…
Derdi bükülmüş ihtiyarın sözlerinde gözlerini buldum. Zira gözlerin gönlüme değdiğinden beri, gözlerim başka göze değmedi.
Bir yanıt yazın